Her yaz aynı cümleyle başlıyoruz: Ormanlarımız yine yanıyor! Televizyonlarda alevler, panik içindeki insanlar, küle dönen evler, kaçamayan hayvanlar... Ve yine aynı soru, “Bu yangınlar
neden çıkıyor?”

Son bir haftada 68’i orman olmak üzere yaklaşık 200 yangın çıktı. Bazıları aynı gün, neredeyse aynı saatlerde başladı. Bilecik’te cezaevi tahliye edildi, İzmir’de 50 bin kişi boşaltıldı, Hatay’da tarım alanları yandı, çok sayıda hayvan telef oldu.

Aynı anda bu kadar çok orman yangınının çıkması ne doğa yasalarıyla ne de istatistiksel olasılıklarla açıklamak mümkün değil. Evet, sıcaklıklar artar, rüzgar kuvvetlenir, kuru zemin yangın riskini yükseltir ama aynı anda 20’den fazla ilde yangın çıkması sadece “hava sıcak” diye geçiştirilemez.

Yangının sebebinin “tarlalarda kontrolsüz ateş yakılması” olduğu söyleniyor. Bazı yerel kaynaklar ise sabotajdan, organize bir kundaklama ağından söz ediyor. Sosyal medyada dönen iddialar ise çok daha karanlık...

Piknik ateşi, anız yakımı, sigara izmariti... Bunlar gerçekten de yangınların bir kısmının kaynağı olabilir ama hepsi bu değil. Geçtiğimiz yıllarda yangın sonrası “orman vasfını yitirdi” denilerek yapılaşmaya açılan yerler halkın güvenini zedelemiş durumda ve her yeni yangında, akıllara “Bu kez neresi betonlaşacak?” sorusu geliyor. Ve işin acısı, yangın bittikten sonra oraya otel dikilirse kimse şaşırmıyor.

Peki, önlem alınıyor mu? Evet, ama yetersiz. Trafikte hız yapanı, kemer takmayanı, telefona bakanı anında tespit edip ceza kesen bir sistemimiz var. Dronlar havada, kameralar her kavşakta. Çünkü bu işten devlet doğrudan gelir elde ediyor. Ama orman yangınlarına gelince aynı hassasiyet yok. Her yaz aynı bölgelerde aynı tarihlerde yangın çıkıyor ama hâlâ “sebebi araştırılıyor” deniliyor. Demek ki mesele teknoloji değil, öncelik meselesi. Trafik kamerasına bütçe var, ormanı koruyacak erken uyarı sistemine yok. Çünkü orman para kazandırmıyor, en azından kısa vadede. Ama para kazandırmıyor diye korunmayan her orman için sonunda çok daha büyük bedeller ödenecektir.

Çünkü orman, yalnızca ağaçtan ibaret değildir. O, suyun kaynağı, havanın nefesi, toprağın dengesidir. Ama en çok da çocuklarımızın geleceğidir. Yani yanan yalnız ormanlar değil, yarınlarımız da kül olmakta.

Körü körüne sadakat

The Godfather (Baba) filmi, sinema tarihinin en kült yapımlarından biri ve neredeyse her sahnesiyle hafızalara kazınmış bir eser. Tekrar tekrar seyretsem sıkılmam. Filmde, Corleone ailesinin en önemli dayanağı, aileye sadakat ve babaya biattır. Baba ne karar verirse sorgusuz sualsiz yerine getirilir. Bu, şartsız ve körü körüne bir bağlılıktır. Üstelik yapılan her iyiliğin mutlaka bir karşılığı vardır.

Bugünün dünyasında da durum pek farklı değil. Siyasi partilerde lider ne derse o olur. Cemaatlerde şeyhinin sözü sorgulanmaz. Ve maalesef hiçbir şey sormadan, sorgulamadan biat edenler kazanıyor. Çünkü düşünmek değil, uyum göstermek makbul. Tıpkı filmde olduğu gibi, ailenin çıkarı ya da cemaatin bekası uğruna her şey mübah sayılıyor. Buna uymayanlarsa ya cezalandırılıyor ya da dışlanıyor.

Ama filmde dikkatimi çeken başka bir şey daha oldu. Don Corleone’nin oğlu Michael, zekası, stratejik düşünme yeteneği ve kriz yönetimi becerisiyle diğerlerinden farklı. Aileden biri olmamasına rağmen yerini işi en iyi bilen kişiye, danışmanı Tom Hagen’e bırakıyor. Yani gücü ve koltuğu sadece soyadına değil, liyakate teslim ediyor. Çünkü sadakat değerli olsa da, liyakat olmadan işe yaramaz ve sistem çöker. Film ayrıca, biat kültürünün uzun vadede yozlaşmayı ve çürümeyi kaçınılmaz hale getirdiğini de çok net gösteriyor.

The Godfather filmi sadece bir mafya hikayesi değil; liderlik, sadakat ve insan doğasına dair derin ve simgesel bir anlatım taşıyor. Gerçekten ibretlik ve ders çıkarılması gereken bir yapıt. İzledikten sonra siyaset, din ve gücü elinde bulunduranların kurduğu ilişkileri çok daha net anlayacaksınız.