Demokles, milattan önce 4’üncü yüzyılda Sicilya’da Tiran Dionysios’un sarayında bir dalkavuktu. Sürekli kralın ne kadar şanslı ve güçlü olduğunu, hayatının ne kadar ihtişamlı olduğunu dile getiriyordu. Bunun üzerine Dionysios ona ders vermek istedi.
Demokles’i bir günlüğüne tahtına oturttu; sarayın tüm görkemi, yemekler, hizmetkarlar ve mücevherler önüne serildi. Fakat gizlice tahtın tam üzerine, tek bir at kılına bağlı keskin bir kılıç astırdı. Demokles, başının üstündeki bu kılıcı görünce keyfi kaçtı. Anladı ki kral olmak, dışarıdan göründüğü kadar rahat değil; sürekli tehdit, korku ve sorumlulukla yaşamak demekti. Sonunda tahtı bırakıp sıradan yaşamına dönmek istedi.
Osmanlı hanedanında da benzer durumlar yaşandı. Şehzadelerin çoğu, daha küçük yaşlardan itibaren ölüm korkusuyla büyüdü. Aynı sofrada ekmek bölüşen kardeşler, bir gün birbirlerini potansiyel tehdit sayıp öldürtmek zorunda kalabiliyordu. Şehzadeler için saray, ihtişamdan çok ölüm gölgesinin hiç eksik olmadığı bir yerdi.
Sultan İbrahim, yıllarca kafeste yaşadı; ölüm korkusu ve baskı içinde büyüdü. Tahta geçtiğinde bile bu izlerden kurtulamadı. Kanuni Sultan Süleyman ise imparatorluğun en güçlü döneminde, kendi oğlu Mustafa’yı cellada teslim etmek zorunda kaldı. Yani en görkemli taht bile, aslında başın üzerinde sallanan kılıçla birlikte geliyordu.
HHH
Bugün de durum farklı değil. Büyük şirketlerin başındaki patronlar ya da siyasetin ön saflarında yer alan liderler, dışarıdan bakıldığında prestij ve güç içinde görünebilir. Ama perde arkasında sürekli krizlerle uğraşmak, binlerce insanın kaderinden sorumlu olmak, en küçük hatanın bile büyük sonuçlara yol açabileceğini bilmek vardır.
Gündelik hayatta da bazen başkalarının hayatını “ne kadar şanslılar” diye kıskanırız. Oysa herkesin görünmeyen yükleri, kaygıları ve korkuları vardır. Demokles’in tahtın üstündeki kılıcı görmesi gibi, her makamın ve her rolün görünmeyen riskleri vardır.
Daha doğrusu, dışarıdan parlak ve cazip görünen her şeyin mutlaka bir bedeli vardır. Güç, zenginlik ya da şöhret... Hepsi beraberinde riskleri ve sorumlulukları getirir. Bu yüzden insan bir şeyi çok istediğinde kendine şu soruyu sormalıdır: “Bunun için o bedeli ödemeye değer mi?”
Az olanın gücü
“Sonuçların yüzde 80’i, nedenlerin yüzde 20’sinden gelir.” Pareto Prensibi olarak bilinen bu kural, iş dünyasında sıkça karşımıza çıkar. Bir şirketin kazancının büyük kısmı az sayıdaki üründen, satışların çoğu ise az sayıdaki müşteriden gelir. Yani çoğu zaman küçük bir etki alanı, büyük sonuçlar doğurur.
Bu ilke yalnızca ekonomiyle sınırlı değildir. İnsan ilişkilerine baktığımızda da benzer bir tablo görürüz. Kalabalık sosyal çevrelere sahip olabiliriz, yüzlerce insanla tanışır, selamlaşır, vakit geçiririz. Ama hayatımıza gerçek anlam katan, ruhumuzu besleyen ve zor zamanlarda yanımızda duranlar sayıca çok azdır. Bu azınlığın sağladığı duygusal destek, sosyal tatminimizin büyük bölümünü oluşturur.
Geriye kalan kalabalık, aslında daha yüzeysel bir yerde durur. Sosyal medyada paylaştığımız anlara eşlik ederler, hayatımızda görünürler, ama ruhumuzun yükünü taşımazlar. Yani hayatımızdaki değerli sonuçların büyük kısmı, sınırlı sayıdaki doğru insandan gelir.
Bu durum sadece insanlardan ibaret değildir; davranışlar için de geçerlidir. Birkaç temel alışkanlık, ilişkilerin genel kalitesini belirler. Empati göstermek, güven inşa etmek, karşımızdakini gerçekten dinlemek... Tüm bunlar ilişkilerin yüzde 80’ini ayakta tutan küçük ama güçlü bir yüzde 20’dir. Buna karşılık, yüzeysel jestler, boş sözler ya da sahte yakınlıkların etkisi sınırlıdır.
Bu yüzde zamanımızı ve enerjimizi herkese paylaştırmaya gerek yok. Asıl önemli olan, gerçekten değer verdiğimiz ve bize iyi gelen insanlara odaklanmak. Çünkü hayatın kalitesini belirleyen şey kalabalık değil, doğru kişilerin varlığıdır.