Korkusuz
Ümit Zileli

Başı dik gazeteciler asla diz çökmez!

Onlara da “gazeteci” deniyor...

Ancak, yalnızca bir sıfat olarak, “tırnak içinde” yazılıyor! Bırakın ilkelerini, ahlaksal temellerini, yurduna karşı, yurttaşına, kendisine, çocuklarına, gerçeğe karşı olan sorumluluk ve ödevlerini, gazeteciliğin ne olduğundan bile haberleri yok!

Onlar için gazetecilik, gücün ardında saf tutmak, verilen emirleri harfiyen uygulamak, kalemini, mikrofonu, ekranı tapındıkları gücün iktidarını pekiştirmek, en açık yalanları, en büyük gerçeklermiş gibi sunmak, kısacası üzerinde eğreti duran mesleğini bir mirasyedi gibi harcamaktan ibaret...

Bunlar, tarihin her evresinde var oldular; ilk gazetenin var olmasından bu yana egemenlerin koltuğunun altında serpildiler, sofrasında siftindiler, bunun karşılığında kalemlerini tereddütsüz, sınırsız ve en aşağılık biçimde o egemenlerin emrine sundular...

Bunun karşılığında paraya, mala, mülke boğuldular... Hakkında “biat etmekten” başka hiçbir şey bilmedikleri yayın organlarının en önemli makamlarına seçildiler... Asla saygın olamadılar ama “korkulan” oldular; saygınlığı parayla pulla satın alabileceklerini sandılar... Kendilerinden güçlü olanların önünde iki büklüm, gerektiğinde yalvaran, kapısına yüz süren oldular... Aciz olanın, güçsüz olanın, yalnızca işini yapmaya çalışanın önünde ise aslan oldular, yırtıcı zalim oldular!

Yetmedi; bir türlü baş edemedikleri, ipliğini pazara çıkaranların karşısına çıkamadılar, bunun yerine ihbarcı oldular, olmadık yalanlarla, iftiralarla “yokedici” olmaya soyundular...

Her devrin adamı olmayı da başardılar... Yanında oldukları güç zayıflamaya, zirveden uzaklaşmaya başladığı an, gemiyi terketmeye, karşı saflarda yer almaya başladılar; kalemlerini, mikrofonlarını “yeni gücün” emrine vermekte bir an bile tereddüt etmediler! Ta ki bir başka güç belirene, “yanaştıkları güç” kan kaybetmeye başlayana dek; yeni yanaşacakları güç için bilenmiş kalemler, sesi gür mikrofonlar zaten hazırdı!

En çok bilinen ve kullanılan sıfatları “yandaş”, “yanaşma”, “tetikçi” olarak öne çıktı her devirde... Asla gazeteci olamadılar ama yukarıdaki sıfatları karşılayacak ana tanımlamayı gerçekten hakettiler:

Paydaş!..

Ancak bir şeyi hiç hesap edemediler; tarih babanın defterinde yazılanları okuma zahmetine girmediler... Okusalardı, anlayacaklardı:

Her tetikçinin, yanaşmanın, paydaşın sonu, kullanma süresi gittiğinde tarihin çöplüğüne gönderilmektir!..

Gazeteciliği anasının ak sütü gibi hakedenler!


Bir de gazeteciler var tabii...

Bu mesleği “anasının ak sütü” gibi haketmiş, Uğur Mumcu soyundan gelen, hiçbir ahval ve şerait altında dahi başını öne eğmemiş, dik durmuş, haberin namusunu asla yere düşürmemiş gazetecilerden söz ediyorum elbette...

Gazetecilik, dışardan bakıldığında “albenisi” fazla, parıltılı bir meslektir; öyle ya, sıradan bir yurttaşın hayal bile edemeyeceği siyasetçilerle, işadamlarıyla, sanatçılarla görüşebilir, haberler yapar, bu zevatlar boy boy fotoğrafları çıkar, televizyonlarda tartışma programlarında boy gösterir... Bu, madalyonun bir yüzüdür!

Madalyonun diğer yüzü “Bıçağın keskin sırtıdır!” Orada, siyaseti kirletenler, yolsuzluklar, hırsızlıklar, ihanetler, döneklikler, iftiralar cirit atmaktadır... İşte tam da bu noktada bu mesleği seçenlerin yalnızca iki seçeceği vardır:

Gazeteci mi olacak yoksa paydaş mı?!.

Birinci yol, son derece zahmetli, bir o kadar zor ve tehlikelidir... Bu yolu seçmek için yüksek ahlak, mangal gibi bir yürek ve bir o kadar da büyük vicdan gerekir!.. Her türden baskıya, tehdide, kumpasa, iftiraya hatta tutsaklığa bile hazır olmak zorundadır bu yolu seçen gazeteci! Diğer yolu seçenleri yukarıda anlattım zaten; kolaydır, parası pulu çoktur, zamanı geldiğinde buharlaşıp yok olur!.. “Peki, gazeteci bunca eziyet, tehdit, zindan karşılığında ne kazanır?” diye bir soru gelebilir aklınıza:

İnsan içine çıkabilme, yüzüne tükürülmeme, bol sevgi ve saygınlık, o kadar!..

“Gerekirse betona gömüleceğiz!”


Bu yazıyı niçin kaleme aldığıma gelelim...

Değerli kardeşim Barış Pehlivan, şayet itirazı kabul görmezse bugün beşinci kez cezaevine girecek! Gerekçesini onun sözcükleriyle paylaşayım:

-Ben neden cezaevine giriyorum. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım. COVID-19 nedeniyle izinli hükümlülerin cezaevine dönmemesini sağlayan o yeni yasanın 2’nci fıkrası direkt beni de kapsıyor. Ben neden o yasadan yararlanamıyorum? Beni susturma çabaları beyhude olacak, hatta daha da motive olarak cezaevinden çıkacağım...

Barış bu, söylediğini mutlaka yapar! Birkaç yıl önce yine tutuklandıklarında diğer Barış, değerli kardeşim Barış Terkoğlu, aynen şöyle demişti:

-Bundan sonra da gerekirse betona gömüleceğiz, ancak mücadeleden vazgeçmeyeceğiz!

Yalnızca zeybek oynamak için diz çökenlerin huyudur bu; kimsenin karşısında el pençe divan durmaz, haberin namusunu gözü gibi korurlar...

Bu yazı, Barış Pehlivan’a ve tüm gerçek gazetecilere ithaf edilmiştir...