-Milletimiz 73 yıl sonra aynı gün ‘yeter’ diyecektir.
Ne demek bu peki? Seçimler, Bayar-Menderes ikilisinin iktidara geldiği 14 mayıs 1950 tarihinden 73 yıl sonra yine aynı gün yapılacak demek! Bu seçimde de o meşhur “Yeter söz milletin” sloganını bile kullanabilirler demek!
Bu seçimde, bol bol Menderes dönemine atıfta bulunulacak, “ne kadar da müthiş bir dönemdi” güzellemeleri yapılacak demek!
Acaba öyle miydi, yoksa 73 yıllık “gerçek vesayet dönemi” o iktidar dönemiyle birlikte bir virüs misali siyasete enjekte mi edildi, bir bakalım... Önce Menderes dönemi...
Demokrat Parti 1950’de iktidara “Yeter Söz Milletin” sloganıyla geldi...
Ancak bu slogan çok çabuk kenara atıldı; Başbakan Menderes ve kurmaylarının yarattığı slogan çok daha çekici gelmişti:
-Küçük Amerika olacağız!..
Siyasi, ekonomik hatta kültürel adımlar bu slogana göre biçimlendirilmeye başlandı. ABD’ye olan sevgiyi öne çıkaran marşlar, şarkılar, tekerlemeler bile üretildi; minicik çocuklara, okullarda hep bir ağızdan söyletildi; karşılığı şartlı Amerikan yardımları, çocuklara süt tozu ve peynir olarak geldi!..
Ancak yeterli değildi, daha büyük, daha ses getiren bir şeyler yapılmalı, karşılığında NATO’ya kapağı atmalıydık!..
-Kore Savaşı’na dahil olduk!.. Hem de bir tümen büyüklüğünde!.. Sonraki yıllarda bize anlatılan “Kunuri Muharebesi” destanı, aslında bir kendini feda idi! Etrafı sarılmış ABD 8. ordusunun zaiyatsız, burnu bile kanamadan geri çekilebilmesi için Türk Tugayı 741 şehit, 2068 yaralı verdi. Kayıp ve esirlerle birlikte rakam 3 bin 514 olarak tescil edildi...
Amerikalı General Marshall, görevin imkansızlığını şu sözlerle anlatacaktı:
-Bir aspirin tüpünün kapağı ile büyük bir fıçının ağzı kapatılmak istenmiştir!..
Meclis kararı bile olmadan evlatlarımızı Kore’ye gönderen Celal Bayar-Adnan Menderes Hükümeti istediğini almıştı:
-1952’de NATO’ya girdik!..
İşte, o günden sonra üzerine binlerce makale, kitap yazılacak, belgeseller yapılacak “Askeri Vesayet” deyimi böyle doğdu. Ancak doğru değildi; doğrusu şöyle olacaktı:
-Amerikan vesayeti!..
MİT’in maaşlarını bile CIA ödedi!..
ABD’nin Türkiye’de yaprak kıpırdasa haberi oluyordu!..
Nasıl olmasın ki; önce MAH sonra da Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) adını alacak olan kurumla “al takke ver külah” denilecek kadar yakın çalışıyorlardı!.. Daha beteri uzun yıllar sonra tesadüfen ortaya çıkacaktı:
-Bizim istihbaratçıların maaşlarını dahi CIA yani ABD ödüyordu!..
ABD’nin hoşuna gitmeyen hiç kimse devletin kurumlarında barınamıyordu. Tuttuğu, güvendiği “elemanlar” ise ihya oluyor, en önemli makamlara engelsiz yükseliyorlardı! ABD, özellikle üç kurum üzerinde son derece hassastı; ordu, siyaset, istihbarat... Dikkat ederseniz ordu ilk haneye yazılı!.. Bu çok doğal; çünkü 1950’de NATO’ya kabul edilen Türk ordusu, geçen yıllar içinde Türk milletinin, Atatürk’ün ordusu olmaktan, sıkı bir NATO ordusu olmaya doğru evrilecek, Amerikan vesayetini iliklerine kadar hissedecekti. Darbeler, muhtıralar hep ABD kontrolünde gelişecekti!..
Stratejik ortak ABD!..
Ordu ve istihbarat ABD’nin vesayeti altına girmişti...
Peki ya siyaset?.. Hem de olanca ağırlığıyla girmişti!.. Menderes’in “Küçük Amerika” olma hevesi, Türk siyasetinin neredeyse 70 yıl süreyle ABD vesayeti altına girmesiyle sonuçlanacaktı.
Siyasetin Amerikan isteklerine yanıt veremediği yerlerde ise iktidarlar sözde demokratik yollardan devriliyor ya da son çare olarak darbelere başvuruluyordu.
Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeş bir referandumla döndü siyaset sahnesine. Mesut Yılmaz, Tansu Çiller ve nihayetinde 20 yıllık Erdoğan iktidarı, aynı oyunun aşamaları olarak sahneye kondu!..
Ordu “bu işteki tuhaflığı” sezip, Amerikan vesayetinden kurtulmaya çalıştığında ise kumpaslar dönemi açıldı!.. Ordu neredeyse un ufak edildi. Aynı yolda birlikte yürüyenler, işbirlikçi paydaş liberaller ve yanaşma medya ABD vesayetinin “güvenilir yardımcıları” olarak tarihe geçti. Sonrası adeta “Frankenştayn filmine” benziyor; önce ortaklar kapıştı, güçlü olan ezdi geçti. Ardından yine ABD patentli bir darbe girişimi ve sonuçta yaşadığımız günlere geldik...
Sivil Vesayet!
Bugün Türkiye yüz yıllık tarihinin en zavallı, en yoksul, en kepaze dönemini yaşıyor...
Özellikle, 2018’den itibaren “Tek adam” rejimine geçilmesi, dışarıdan atanan bakanların oluşturduğu kabinenin adeta “Sekreterler Kurulu” haline dönüşmesi, asgari ücretten ekmeğin fiyatına, sağlıktan marketlerin ucuzluk yapmasına dek aklınıza gelen her şeyin bakanlar pardon sekreterler yerine bizzat Saray tarafından açıklanması ülkeyi içinden çıkılması ancak bu iktidarın gitmesiyle düzelme ihtimali olan bir cendereye hapsetti!
Demem o ki, Türkiye’nin bu hale düşmesinde 50’lerin iktidarının epey günahı var ancak, o iktidar bile bugünün iktidarı ile karşılaştırılamaz bile!
Bugünün iktidarı tamamen kendine özgü, dünyadaki hiçbir iktidara asla benzetilemeyecek bambaşka bir rejim yarattı. Bu rejimi neye benzetsem diye düşündüğümde aklıma üç sözcükten başka bir şey gelmiyor:
-Sivil Vesayet rejimi!
Hani 73 yıl önceki iktidar ile bugünkünü yan yana koyup seç deseler, o günleri okuyarak inceleyerek, nelere yol açtığını bilerek şöyle derdim:
-73 yıl öncekini alayım lütfen!