Korkusuz
Can Ataklı

Medyaya tek soru; sansürden yana mısınız, değil misiniz?

ANALİZ

Medyaya tek soru; sansürden yana mısınız, değil misiniz?


Türkiye karanlık günler yaşıyor.

İktidar, Türkiye’yi yönetememenin paniği içinde sertleşiyor, gözü kara biçimde yerini korumak için akıl ve mantık dışı baskılar uyguluyor.

Demokrasinin olmazsa olmazı basın özgürlüğü, hayli uzun zamandır ağır tehdit altında.

Gazeteciler, akademisyenler, aydınlar, sudan gerekçelerle ve icat edilen suçlarla soruşturmaya uğruyor, tutuklanıyor.

Devletin kurumları kullanılarak, iktidardan yana olmayan medyaya ağır yaptırımlar uygulanıyor.

Bugüne kadar kamuoyunun adını bile pek bilmediği “Basın İlan Kurumu”,  tamamen iktidarın talimatıyla gazetelere keyfi ilan cezaları kesiyor.

RTÜK, hiçbir hukuk tanımadan iktidardan yana olmayan televizyonlara çok ağır cezalar veriyor, bu kurumları tamamen kapatmakla tehdit ediyor.

En son Tele1’e ve Halk TV’ye verilen 5’er günlük “toptan karartma” cezasının, hukukla olmadığı gibi akıl ve mantıkla da hiçbir ilgisi yok.

Tele1 Genel Yayın Müdürü Merdan Yanardağ, tüm medyaya bir çağrı yaptı.

Yanardağ, “Anayasa ile teminat altına alınan basın, ifade ve düşünce özgürlüğü bugün ağır bir tehdit altındadır. Türkiye’nin içinden geçtiği ve yönünü aradığı bu tarihsel dönemeçte, RTÜK bir sansür ve baskı aygıtı olarak kullanılmaktadır” dedikten sonra şöyle devam ediyor:

“Son olarak TELE1 ve Halk TV’ye verilen 5 günlük ekran karartma cezaları, son 25 yılın en ağır yaptırımıdır. Dolayısıyla, söz konusu cezalara karşı çıkmak, gerçekte her eğilimden yurttaşın anayasal hak ve özgürlüklerini savunmak anlamına gelecektir.

Bu nedenle, TELE1 ve Halk TV ekranlarının karartılacağı 5 gün boyunca, saat 21:00’de RTÜK’ün ekran karartma cezalarını doğru bulmayan bütün televizyon kanallarını 1 dakika süreyle ekran karartmaya çağırıyoruz.”

Merdan Yanardağ, ayrıca benim de daha önce yaptığım çağrıya benzer biçimde, “Bu süre içinde, TELE1 ve Halk TV’ye uygulanan sansüre karşı çıkan aydınların, gazetecilerin, akademisyenlerin, siyasetçilerin de davet edilecekleri hiçbir TV programına katılmamalarını öneriyoruz” diyor.

Tele1’in bu çağrısına kaç televizyon kanalı uyar?

Bunu bilemiyorum.

Örneğin FOX TV Ana Haber sunucusu Fatih Portakal, “Böyle bir şeye gerek var mı? Herkesin tarafı zaten biliniyor, kanalları zora düşürmemek gerek” demiş.

Bence yanılıyor.

Çünkü konu “kimin siyasi iktidara karşı ne tarafta olduğu ve bunun gösterilmesi” değildir.

Medya kuruluşları, gazeteciler, yazarlar, televizyon programcıları kendi fikir ve görüşleri doğrultusunda siyasi yelpaze içinde yerlerini alabilirler.

Ancak hepimizin ortak buluşma noktası, demokrasidir, hukuktur, özgürlüklerdir.

Bugün AKP iktidarda olduğu için RTÜK, kendinden olmadığına inandığı Tele1’i, Halk TV’yi hukuk dışı biçimde cezalandırmaya kalkıyor.

Sansür uyguluyor.

O halde önemli olan sansüre karşı veya sansürün yanında olmaktır.

Bugün iktidarın yanında yer alan medya kuruluşları, yarın bir iktidar değişikliğinde aynı şeyin kendi başlarına gelmesini istemiyorsa, bugün ortak değerlerde el ele vermek zorundadır.

Bu nedenle iktidara en yakın televizyonların da muhalif olanların da hatta tematik yayın yapan kanalların da bu duyarlılığı göstermesini bekliyorum.

Medyanın bir bölümünün, “Nasıl olsa bizden değil, ayrıca oh olsun onlara” mantığı ile başını öte tarafa çevirmesi, bugünün koşullarında belki kendilerine puan bile kazandırır, ama ülkenin geleceği açısından bu korkunçtur.

DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

AKP Genel Başkanı prompter koymadan konuşmamalı


Prompter, televizyon yayınlarında sunucuların önceden hazırlanmış metinleri okuduğu, izleyicinin görmediği bir ekran.

İzleyici, kendi ekranından gördüğü sunucunun yazılı bir metne bakmadan konuştuğunu sanıyor, oysa sunucu kameraya doğru bakarken hemen altındaki bir ekrandan yazılı metni okuyor.

Bu sistemi hatırladığım kadarıyla mitinglerinde ilk kez Cem Uzan kullanmıştı.

Uzan’ın kullandığı prompter, kürsünün tam önünde duran şeffaf bir plakaydı.

Uzan, bu şeffaf plakadaki yazıları okurken karşısındaki izleyiciler ise yazıları değil sadece bir cam parçasını görürdü.

Bu yöntemi daha sonra AKP Genel Başkanı Erdoğan kullanmaya başladı.

Sonra öyle bir hal aldı ki, Erdoğan nerede konuşursa konuşsun önüne prompter kondu.

Böylelikle Erdoğan, zaten yüksek düzeyde olan hitabet gücünü, önceden hazırlanmış metni okuyarak daha da güçlü hale getirdi.

Ancak geçen zaman içinde başka bir sorun çıktı.

Prompterdan Türkçesi ve mantığı düzgün, akıcı konuşmaları belagat gücüyle okuyan Erdoğan, buna o kadar alıştı ki, irticalen konuşmaya geçince ciddi hatalar yapmaya başladı.

Bunun geçen yıllar içindeki örneklerini hatırlıyorsunuzdur; “Ananı da al git, askerlik yan gelip yatma yeri değil, İsrail ...leri.”

AKP Genel Başkanı, hafta sonunda hastane açılışı yaptı.

Her zamanki gibi yine hazırlanmış metni önündeki ekrandan okudu.

Ancak bu kez programda “irticalen konuşmasını gerektiren” bölümler de vardı.

Ve Erdoğan, çoğu kez yaptığı gibi yine irticalen konuşmaya geçince teklemeler yaşadı.

Örneğin, 4 yaşındaki çocuğu 3 kez beyin ameliyatı geçiren babanın, 4 çocuğu olduğunu öğrenince; “Talimatımızı yerine getirmişsin” diye espri yaptı sonra cümlesini bir başka espri ile “Ama biliyorsun iş sende değil annede” sözleriyle bitirdi.

Törende ilgilileri yan yana dizerken “Araya bir de bayan alalım, sembolik de olsa” dedi.

4 yaşındaki çocuğa, “Bir selam ver bakalım” diye seslendi. Başı sargılar içinde olan ve muhtemelen ne olduğunun farkına varması bile mümkün olmayan çocuk, asker selamı verince Erdoğan bu kez, “Şimdiden asker selamını öğrenmiş” diye espri yaptı, güldürmedi tabii..

Annesinin, çocuğun parmaklarını tutarak “Rabia işareti” yaptırması trajikomik durumdu ama bu Erdoğan’ın çok hoşuna gitti.

Çocuğun el işareti yapmasını da çözemeyen Erdoğan, “Beni mi işaret ediyor, yoksa annesini mi?” diye sordu.

Oysa çocuk anlaşıldığı kadarıyla ekranda kendisini gördüğü için bu hareketi yapıyordu bilinçsizce.

Sonuç şu ki, insan ister istemez üzülüyor.

Popülizmin beyin ameliyatı geçirmiş, hiçbir şeyin farkında bile olmayan bir çocuk üzerinden yapılması, doktorların vıcıklık yarışına girmesi, herkesin söze “Sayın Cumhurbaşkanımızın direktifleriyle” diye başlaması, Erdoğan’ın irticalen konuşmalarda adeta inciler dizmesi, gerçekten üzüyor insanı.

KAFAMI BOZAN ŞEYLER

Sizin içiniz ne kadar da kin ve nefretle bürünmüş böyle




Sabahın çok erken saatinde Tele1’deki yayına hazırlanmak üzere internette haberlere bakarken, Sabah gazetesinin internet sitesinde gördüğüm bir başlıkla irkildim.

Çünkü başlıkta, “Tele1 hedef gösterdi, linç kampanyası başlatıldı” diyordu.

“Nedir bu haber?” diye tıkladım.

Şöyle diyordu; “Yedi Tepe Konserleri’ne çıkan Alpay, ‘Bu konserler müzik sektörüne nefes oldu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a minnetarım’ deyince, Tele1 kanalı bu haberi; “Alpay'dan Yeditepe Konseri açıklaması: Erdoğan'a minnettarım... Hakkında geçtiğimiz yıl terör soruşturması başlatılan Alpay, 'Gezi direnişini savunmak terörse ben teröristtim’ demişti, diyerek duyurdu.”

Yani Tele1, her zaman görülen bir haber yapmış.

Alpay, dün iktidara karşı söylemleri dile getirirken, bugün Erdoğan’a minnettar olduğunu söylemiş. Tele1 de bu çelişkiyi dile getirmiş. Hepsi bu. Bu haber neden “Hedef göstermek” olarak niteleniyor?

Ayrıca Alpay’ın bu sözlerini okuyan milyonlarca kişi aptal mı da ille Tele1’in hedef göstermesi gerekiyor?

Ayıptır.

Bu kadar kin ve nefret içinde olmak kimseye bir şey kazandırmaz.

Her eleştiriyi hedef göstermek, linç etmek diye tanımlamaya kalkmak, toplum düşmanlığından başka bir şey değildir.

Allah bunlara akıl fikir versin diyeceğim de kaldı mı ki?

CANIMI SIKAN ŞEYLER

McCarthy dönemi gibi çetele tutuyorlar


Amerika’da 1950’li yılların sonlarında senatör McCarthy önderliğinde bir “cadı avı” başlatılmıştı.

Kendini “Komünizmin en büyük düşmanı” olarak tanımlayan McCarthy, Amerika’nın komünist işgaline uğrayacağını, bunun için başta sanatçılar olmak üzere, liberallerin, aydınların, sendikacıların ve bilim insanlarının kullanıldığını ileri sürüyor ve bu kişileri “komünist olmadıklarını kanıtlamaya” çağırıyordu.

Kısa sürede durum öyle bir hal aldı ki, ünlü film yıldızları, yönetmenler, aydınlar, siyasetçiler, bilim insanları birbirlerini “komünist olmakla” suçlamaya ve ihbar yağdırmaya başladılar.

Bu süreçte yüzlerce kişi hakkında soruşturma açıldı, tutuklandı, hapse atıldı, pek çoğunun kariyerleri sona erdi.

Benzer bir durum, hayli uzun süredir Türkiye’de de yaşanıyor aslında.

İktidar, her kesimi “benden olanlar olmayanlar” olarak ayırdı.

Elindeki medya gücünü de kendinden olmayanlar üzerinde bir baskı aracı olarak kullanıyor.

Bundan en çok da sanat çevreleri etkileniyor.

Konu ne olursa olsun iktidar ve yandaşlarının tek kriteri var; “Bu kişi bizden mi, değil mi?”

Eğer kendilerinden biri, bir kadına şiddet uygulamışsa suçsuz, kendilerinden olmayan biri söz konusuysa ağır suçlu kabul ediliyor.

Açılan linç kampanyaları da cabası tabii.

Ayrıca hemen her olayda müthiş bir baskı kampanyası açılarak, kendilerinden olan herkesin de tepki göstermesi isteniyor.

İşte en son Ozan Güven olayında olduğu gibi, bir taraftan sanatçı linç edilirken, diğer taraftan “Bu kişi bizden değil, tepki gösterilecek” talimatları veriliyor.

Yandaş tetikçi medya, “çetele tutarak” kimin tepki gösterdiği, kimin göstermediği listeleri yayınlıyor.

En son gördüğüme göre; bir kısım senarist, Ozan Güven’in kınanmasını isteyen bildiri imzalamışlar.

Ama imzacılar “Cem Yılmaz da buna katılsın” talebinde bulunmuşlar.

Niye özellikle Cem Yılmaz?

Çünkü Cem Yılmaz hem Ozan Güven’in arkadaşı hem de “bizden değil” kategorisine giriyor.

Cem Yılmaz, bir gün önce de yandaş medyadaki bir tetikçi yazarın, Ozan Güven üzerinden kendisine saldırması üzerine “Allah sizi kahretsin ya... Gerçekten artık sizin ne dediğiniz, ne söylediğinizi duyacak haliniz kalmamış. Yazıklar olsun" demişti.

Valla az bile dememiş mi?