Korkusuz
Can Ataklı

Linç kampanyasının başarılı olması ve mahkum ettirilmem halinde Anayasa’nın da değişmesi gerekir

ANALİZ

Linç kampanyasının başarılı olması ve mahkum ettirilmem halinde Anayasa’nın da değişmesi gerekir


Korona nedeniyle televizyonlarda verilmeye başlanan eğitimin ilk gününde, ilkokul birinci sınıflara ilk dersi türbanlı bir öğretmenin vermesini “Keşke yapılmasaydı, Milli Eğitim’in rol modeli bu olmamalı” diye eleştirmiştim. Bu sözlerim üzerine koparılan fırtına, biliyorsunuz RTÜK’ün akıl almaz cezasından sonra yargıya da taşınmıştı.

Cuma günü hakkımdaki suç duyuruları nedeniyle, savcılığın çağrısı üzerine adliyeye gittim.

Kendi okullarında türbanlı öğretmene izin vermeyen Milli Eğitim Bakanı’nın, “dini aşağıladığım” gerekçesiyle yaptığı suç duyurusu nedeniyle çağrıldığımı sanmıştım.

Meğer daha ona sıra gelmemiş.

Savcı, neredeyse tamamı “CİMER” üzerinden gelen vatandaş şikayetleri üzerine ifademi aldı.

Dosya hayli kabarıktı.

Çünkü belli ki organize olmuş çok sayıda kişinin şikayeti vardı.

Adliyeye girerken benimle birlikte gelen avukata sordum, “Hakkımda dava açılır ve kaybedersem ve hakim de en üst cezayı verirse bu ne olur?”

Avukatım ilgili yasa maddesine baktı ve “Bir yıldan üç yıla kadar hapis, ama en üst limiti vermezler” dedi.

“Peki” dedim “İfademde ne diyeceğim?”

Avukatım, “Bunun normal bir eleştiri olduğunu, suç kastı olmadığını söylemeniz şu an için yeterli” dedi.

Bunun üzerine güldüm ve “Bir şey söyleyeyim mi?” dedim, “Belki davayı kaybetmek ve ceza almak daha iyi, hatta keşke kaybetsem.”

Avukatım, “Bunu savcıya söylemeyeceksiniz değil mi?” diye sordu.

“Bilmiyorum, muhtemelen söylemem tabii de içimden haykırarak söylemek geçiyor aslında” karşılığını verdim.

Sonra da aralık vermeden devam ettim; “Çünkü eğer dava aleyhime biterse, türbanın İslam dinini temsil eden bir sembol olduğu, bunu kullananların görevlerini yaparken dini inançlarını da özellikle belirtmek istedikleri resmen teslim edilmiş olacak.”

Size de anlatayım;

Hakkımda linç kampanyası açanlar, suç duyurusunda bulunanlar, dava açılması talimatı verenler, aslında benim “halkı kin ve nefrete sürüklemek istediğimi, ayırımcılık yaptığımı, bunun ırkçılık olduğunu, inançlara saygısızlık anlamı taşıdığını” ileri sürüyorlar.

Söylediklerim ortada. Ne dini kastettim, ne türbana karşı çıktım, ne inançları aşağıladım.

Sadece bir durum saptaması yaparak, ilk derste rol model olarak türbanlı bir öğretmenin seçilmesinin yanlış olduğunu söyledim.

Buna karşı çıkılabilir ama hiç kimse bunu ırkçılıkla, inançları aşağılamakla, ayırımcılık yapmakla suçlayamaz.

İşin aslını bilelim: Türban eskiden yasak değildi, bu iktidar türbanı serbest bırakmadı.

Kendilerine güvenemedikleri için açıkça türban kararı alamadılar, Anayasa üzerinde hülle yaparak, türbanı her yerde kullanılabilir hale getirdiler.

Türban yasak değildi.

Sadece kamu alanındaki kıyafet yönetmeliği, kadınlarda “başın açık olmasını” öngörüyordu.

Bu durumda, türbanı kamu alanında takabilmek mümkün olmuyordu.

Bu iktidar ne yaptı? Hülle ile yasadaki “başı açık olacak” tanımını “yüzü açık olacak” biçiminde değiştirdi.

Böylelikle türban her alanda kullanılabilir hale geldi.

Açıkçası, türbanı dini bir kisve olarak kabul etmemiş oldular hesapta.

Yıllarca, türbanı bir kıyafet özgürlüğü olarak tanımlayanlar, aslında yine başka bir kıyafet özgürlüğü olan çarşafı; aynı türbanın zamanında yasak gibi algılanmasına neden olduğu gibi, “yüzü açık olacak” ibaresi ile engellemiş oldular.

Nedense “kıyafet özgürlüğü şakşakçıları, çarşafı bu kategoride” saymazlar.

Şimdi gelelim sonuca; Anayasa’nın değiştirilemez maddesine göre, Türkiye Cumhuriyeti laik bir devlettir.

Eğer bu davada yargılanır ve mahkum edilirsem, türban dini bir sembol olarak resmiyet kazanacaktır.

Bizde ya da dünyanın herhangi laik bir ülkesinde “dini sembolleri kamu alanında resmi olarak kullanmak” laikliğe aykırı eylemdir.

Konu anayasamızda olduğu için, bu maddeyi ihlal edenler “Anayasa’yı ihlal etmek suçundan ömür boyu ağırlaştırılmış hapse mahkum” edilir.

Bu da şu demektir: Ben güya dini değerlere hakaret ettiğim için, 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası alırım, ama hakkımda suç duyurusunda bulunan resmi kurumların yöneticileri, davayı açan savcı ve hükmü veren hakim, “Anayasa’yı ihlal suçu” işlemiş duruma düşer.

O halde öncelikle bu Anayasa maddesinin değişmesi gerekir.

Önce, “Türkiye Cumhuriyeti laik, demokratik, sosyal bir hukuk devletidir” maddesindeki, ‘laik’ kelimesi çıkarılacak, sonra türban bir dini simge olarak kabul edildiği için, ona yönelik her türlü eleştiri; ayırımcılık ve ırkçılık iddiasıyla suçlanacaktır.

Bu kadar basit.

DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

Şikayetlerin yargıya “CİMER üzerinden” gönderilmesi, adaleti zedeler


Adı Cumhurbaşkanlığı İletişim Merkezi olan bir resmi kurum var.

Sarayın içinde çalışıyor bu kurum.

Vatandaş her türlü şikayetini buraya bildiriyor.

CİMER bunları inceliyor, sonra da gereğinin yapılması için ilgili birimlere gönderiyor.

Hakkımdaki sözde “ayırımcılık, ırkçılık” şikayetlerinin tamamına yakını buraya yapılmış.

Yani vatandaş asıl yapılması gerektiği gibi, savcılığa gitmek yerine, direkt CİMER’e başvurmuş.

Aslına bakarsanız bu şikayetlerin doğru düzgün bir hukukçu tarafından incelenmesi halinde, hiçbir suç işlemediğim kanaatine varılması gerekiyor.

Muhtemelen savcılıklara yapılacak şikayetler belki de ifademin alınmasına bile gerek kalmadan takipsizlikle sonuçlanacak.

Ama talep CİMER’den yani saraydan, daha da yanisi bizzat cumhurbaşkanından gelmiş gibi oluyor.

Adaletsizlik burada.

Sıradan pek çok şikayet ve dava konusu, saraydan gönderildiği an, bu aynı zamanda bir tür “ihsas-ı rey” anlamına gelir.

Normalde dava açılmasına gerek duymayacak savcılar, çaresiz dava açar, mahkemeler de talebin geldiği yeri göz önüne alarak adil yargılama hakkına gölge düşürebilirler.

Aslına bakarsanız CİMER uygulaması sadece bu alanda değil.

Saray, Türkiye’deki her şeyi kendi tekelinde tutmak istiyor.

Böyle olunca, vatandaş kendince adaleti bulabilmek için tek etkili yer olarak gördüğü Cumhurbaşkanlığı’na başvuruyor.

İlk zamanlarda “çok hızlı çözüm gibi” bile görünebilir bu uygulama.

Ama çok değil, bir-iki yıl içinde çözülmez bir sorun yumağına dönüşür ve hiçbir iş yapılamaz hale gelir.

CANIMI SIKAN ŞEYLER

Hani gazeteler sokağa çıkma yasağında bulunabilecekti?


Sokağa çıkma yasaklarında gazete bulmak mucizeydi.

İlk yasakta aslında kimse gazete alamadı.

Yapılan uyarı ve başvurular üzerine ilgililer, “Kimse merak etmesin, bu kez gazeteler satılacak” dediler.

Sokağa çıkma yasağı genelgesinde, gazete bayilerinin açık tutulacağı yazılıyordu.

Ama bu uygulanmadı.

Tek bir bayi bile açık değildi.

Sadece bazı bölgelerde ana bayiler, bulundukları çevreye araç çıkartarak mahalle aralarında satabildikleri kadar gazete sattılar.

Gazeteci olarak ben bile gazete bulamadım.

Sonunda bir ana bayiye giderek ve “adımı kullanarak” günlük gazeteleri alabildim.

Ana bayiye gelen bütün gazeteler, paketler halinde öylece duruyordu.

Bayi yetkilisi “Sabah saatlerinde satabildiğimiz kadar satabildik, gerisi kaldı” dedi.

NOT: Yazıda geçen “adımı kullanarak” sözüne açıklık getireyim de yine trol saldırısına uğramayayım. Ana bayii, “kişilere gazete satamıyoruz” dedi. Gazeteci olduğumu söyledim. Bunun üzerine yüzüme baktı “Aaa Can Bey değil mi?” dedi. Ben de yüzümdeki maskeyi biraz sıyırıp “Evet” dedikten sonra basın kartımı da gösterdim. Bunun üzerine gazetelerimi verdi. Kendisine teşekkür ettim.

YENİ ÖĞRENDİM

Sahte çek kesen dışarıda çekini ödeyemeyen ise hapiste


İktidar partisi, büyük bir hırsla ‘İnfaz Yasası’ adı altında bir af yasası çıkardı biliyorsunuz.

Böylelikle “korona günlerinde” 60 bin askerin terhisi ertelenirken, hapishanelerden 90 bin mahkum salıverildi.

Af yasası elbette adil olmadı.

Yolsuzluk yapanlar, hırsızlar, dolandırıcılar, ahlaksızlar, adam öldürenler, şantaj yapanlar dışarı çıkarken, bunları yazan gazeteciler ise içeride tutuldu.

Tabii ilk anda biz gazetecilere bakarken, benzer bir haksızlığın çek mağdurlarının başına da geldiğini fark etmemişiz.

En azından ben fark etmemişim.

Çünkü yazdıkları çekleri zamanında ödeyemeyen ve bu nedenle hapse girenler, yeni aftan yararlanamadılar.

Tıpkı gazetecilerin yaşadığı durum gibi bir şey var ortada.

Örneğin, birine sahte çek yazan kişi dolandırıcılık nedeniyle hapse mahkum edilmiş.

Af yasası sayesinde bunlar dışarı çıktı.

Ama sahte çekin yazıldığı kişi, parasını alamadığı için kendi yazdığı çeki ödeyememiş, işte ona af yok.

Konu birkaç gürdür çeşitli haberlerde ve köşe yazılarında ele alınıyor.

Bu adaletsizliğin giderilmesi gerekiyor.