Korkusuz
Can Ataklı

Geldik mi S-400’leri gömmeye

YENİ ÖĞRENDİM

Geldik mi S-400’leri gömmeye


Bazı konuları yazmak da can sıkıcıdır.

Çünkü derdinizi anlatmakta zorlanırsınız.

Hele gözü dönmüş biçimde bir iktidarı destekleyenlerin ön yargılarını yıkamayacağınız için kendinizi bir anda “devlet düşmanı, hain, yabancı güçlerin uşağı!” gibi suçlamalar yağmuru altında bulabilirsiniz.

İşte Rusya’dan alınan S-400 füze sistemi ile ilgili yazmak bu açıdan çok zordu.

Çünkü iktidar “Amerika’ya rağmen Rus yapımı S-400 füzelerini aldığını” söylüyor ve bunu bir dik duruş olarak sergilemeye çalışıyordu.

Sonuçta konu Türkiye’nin ulusal güvenliği ve bu uğurda elbette kimseyi dinleyecek halimiz yok.

Ancak durum öyle değil işte.

Türkiye NATO ülkesi.

S-400’ler, gelişmiş NATO silahlarına karşı üretilmiş bir hava savunma sistemi.

Bir NATO ülkesinin bunu almasına, bütün NATO ülkelerinin karşı çıkması çok doğal...

İşte bu yüzden ilk günden beri “S-400’leri almak bir şovdan ibaret, bunları almayacağız, alınsa bile kullanılmayacak. Paramız boşa gitti” diyorum.

Türkiye’nin ulusal güvenliğine karşı çıkmam mümkün mü?

Değil elbette.

S-400’lerin alınmasına da karşı çıkmam, çıkamam, çünkü bunu değerlendirecek kadar askeri bilgim yok.

Ancak bildiğim şu var; eğer bir askeri pakta üyeysek bu kadar önemli bir konuda bu pakta karşı olamayacağımızı biliyorum.

S-400’ler konusu birkaç yıldır gündemde.

“Alındı, geldi, denendi” gibi söylemlere rağmen hep şunu söyledim: “Kendimizi kandırmayalım, bu sistem aktive edilmeyecek.”

İktidar da farkındaydı aslında bunun.

Dışarıda hiçbir anlamı olmayan ama iç kamuoyunu etkileyecek biçimde “Amerika ile görüşmelere hazırız, sorunu karşılıklı anlayışla çözeriz” açıklamaları yaptılar bugüne kadar sürekli.

Ama belli ki iş artık sona geldi.

Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, zaten öteden beri S-400 konusunu sanki büyük bir sorun değilmiş gibi göstermeye çalışıyordu.

Şimdi görüştüğü bir gazeteciye, “Girit formülünü uygularız” demiş.

İktidar medyası “Girit formülünün ne olduğuna” hiç değinmeden, sanki sorun AKP’nin istediği gibi çözülecek havası vermiş habere.

Oysa “Girit formülü, parası ödenen S-400 sisteminin toprak altına gömüleceği” anlamına geliyor.

Daha önce anlattım, bir daha anlatayım, Girit formülü şu:

Güney Kıbrıs Rum yönetimi, 2000’li yılların başında Rusya’dan S-300 füzeleri almıştı. O zaman iktidarda olan Erdoğan, doğal olarak buna şiddetle karşı çıkmış ve “Bir NATO üyesinin Rus yapımı savunma sistemi kullanamayacağını, bunun Türkiye için bir güvenlik sorunu oluşturacağını” söylemişti.

NATO da aynı görüşteydi elbette.

Sonunda Yunanistan devreye girdi. Rumların aldığı S-300’leri devraldı ve Girit Adası’na götürdü.

S-300 füze sistemi, bir kere bile aktif hale getirilmeden adadaki bir yer altı askeri depoya kaldırıldı.

Akar’ın sözünü ettiği “Girit formülü” işte bu...

Yani tam tercümesi; S-400 füze sistemini geri vermemiz ve parasını da almamız mümkün değil. Bu nedenle füze sistemi alınmış olacak ancak bu asla aktif hale getirilmeyecek ve bir depoda çürümeye terk edilecek. Olan bu milletin 2.5 milyar dolarına olmuş olacak ki, o kadar kusur kadı kızında da var.

NOSTALJİ

Olsun, Soros’la olmak Tayyip Bey’e yakışıyor


Bu millet, özellikle AKP’ye oy verenler “Soros kimdir?” bilirler mi acaba?

Ama genel başkanları “Soros kötü biridir” derse, onlar da aynı görüşü paylaşırlar kuşkusuz.

AKP Genel Başkanı; Boğaziçi Üniversitesi öğrenci ve öğretim üyelerinin, dışarıdan atanan rektöre yönelik tepkilerine karşı şöyle demişti iki gün önce;

“Aynı zihniyet biliyorsunuz. Osman Kavala denilen, bu ülkede adeta Soros ofisi olan, temsilcisi olan kişinin karısı da yine aynı şekilde Boğaziçi Üniversitesi’nde bu provokatörlerin içinde yer alan bir kadındır. Şimdi biz ülkemizi, böyle nadide bir üniversitemizi, ‘Alın istediğiniz gibi karıştırın’ mı diyeceğiz? Buna bir defa bizim müsaade etmemiz mümkün değil” 



İşte AKP seçmeni, Soros adıyla bu kez böyle karşılaştı.

Tabii insan hafızası o kadar da kötü değil.

İster istemez aklıma Erdoğan’ın Soros’la geçmişte yaptığı görüşmeler geldi.

Bakar mısınız Erdoğan o zaman ne kadar gençmiş, yüzü de
gülüyormuş.


Şimdi kalkıp da Erdoğan’a, “Vay Soros’la görüşmüşsünüz haaa” diyebilir misiniz?

Diyemezsiniz.

Neden:

Çünkü ona yakışıyor.

ANALİZ

Boğaziçi direnişini kirletme çabası başladı

Gezi’yi herkes hatırlıyor değil mi?

AKP iktidarı aradan geçen 7.5 yıla rağmen hemen her protesto eyleminden sonra “Gezi’yi bir daha yaşatmayacağız” sloganına sarılıyor.

Çünkü Gezi direnişi, kapsamı ve niteliği açısından iktidarı çok korkutmuştu.

Gezi direnişi, Türkiye’nin nitelikli insanlarının başkaldırışıydı.

Sıradan bir olay değildi.

Bu tür nitelikli hareketler dünyanın her ülkesindeki iktidarları zora sokar.

AKP ise bunu şiddet kullanarak aşmayı tercih etti ve bir anlamda başardı da.

Ondan sonra da potansiyel olarak Gezi’ye dönüşebilecek her olayı aşırı güç kullanarak önlemeye çalıştı.

Bir anlamda bunu da başardı.

Tabii Gezi direnişi, aşırı güç kullanılarak bastırılırken bir başka psikolojik harp yöntemine başvuruldu.

Gezi direnişi, katılımcıların da “saflığından/iyi niyetinden” yararlanılarak kirletildi.

Şu sözü çok duyduk Gezi direnişinden sonra; “İlk gün çok iyiydi ama sonra işin tadı kaçtı.”

Doğru muydu?

Bir anlamda evet...

O tarihte hiçbir gazetede yazmıyordum, Twitter üzerinden şunu önermiştim; “Bu müthiş bir direniş ancak uzaması durumu aleyhe çevirebilir, bu nedenle talepler ortaya konarak eylem için bir süre belirlenmeli. Bu süre sonunda talepler yerine getirilmemişse eylem yeniden başlansın ve yine bir süre konsun.”

Böylelikle hem eylem çok ciddiyet kazanacak hem de iktidar kararlılık karşısında gerileyecekti.

Oysa tersi yapıldı, eylem devam ederken iktidar denetimindeki birtakım örgütler alanı işgal etmeye, her tarafa kendi bayraklarını, sloganlarını asmaya başladılar.

Gün boyunca Taksim’i doldurup boşaltan geniş bir halk kesimi bundan tedirginlik duydu.

Bir süre sora da “Bu iş amacından saptı” söylemleri egemen hale geldi.

Ardından bir sabah erken saatlerde polis Taksim’e girdi, ne olduğu belirsiz güya solcu bir örgüt, kameraların gözü önünde çatışma çıkardı, o ana kadar hiç zarar görmeyen TOMA bile yandı... Sonuçta alan boşaltıldı, bir daha da kimse böyle bir eyleme kalkışamadı. Bölge, her yıl dönümünde 30 binin üzerinde polis koruması altında halka kapatıldı.

Şimdi benzer bir kirletmeyi Boğaziçi Üniversitesi öğrenci ve öğretim üyelerinin direnişi için yapmaya çalışıyorlar.

İktidar ve medyası, ısrarla araya provokatörlerin girdiğini, vandallık yapıldığını, eylemleri yapanların üniversiteyle ilgilerinin olmadığı yalanını yaymaya çalışıyor.

Son olarak üniversite öğrencileri adına cumhurbaşkanına yazılmış açık mektup üzerinden bir kirletme kampanyası başlatıldı.

Bu mektupta demokrasi ve özgürlükler konusunda yaşanan olumsuzlukların sergilenmesi “Eylem, Sorosçuların, PKK’lıların denetimine geçti” biçiminde çarpıtılıyor.

Ne yazık ki aynı Gezi direnişindeki gibi, muhalefetin “saflığı” burada da kendini gösteriyor.

Sosyal medya üzerinden bazı muhalif isimlerin “Boğaziçi Üniversitesi eylemi bir hafta iyiydi ama şimdi yön değiştiriyor” tartışması yapmaya başlaması, bana göre çok üzücü.

Diyorum ki; Yine aynı tuzağa düşmeyin lütfen. Her şeyi demokrasi ve hukuk çerçevesinde ve ilkeler doğrultusunda düşünür ve uygulamak isterken, iktidarın ülkeyi bin yıl geriye götürme çabasına su taşımayın. Bırakın öğrenciler ne isterlerse istesinler. Karışmayın.

DİKKATİMİ ÇEKEN ŞEYLER

Pandemi sonunda içkili lokanta sayısı çok düşmüş olacak


Lokanta, bar, kafe, kahvehane işletenler kan ağlıyor.

Korona salgını nedeniyle alınan önlemler gereği buralar kapılı.

Ancak paket servisi yapılıyor ya da kapıya gelip paket alanlara hizmet verebiliyorlar.

İşleri gereği paket servisi yapabilenler kendilerini biraz kurtarabiliyor ama diğerlerinin durumu çok fena.

Bu esnaf şimdi alkışlı eyleme başladı.

Sonuç alınır mı?

Koronanın tekrar yükselişe geçmesi nedeniyle bu şimdilik zor gibi görünüyor.

Ancak yakın gelecekte sanıyorum içkili olmayan mekânları biraz daha ferahlatıcı kararlar alacaklardır.

İçkili yerler ise “kısa süreli oturmaya uygun olmadığı” gerekçesiyle açılmayacaktır.

Bu durumda en azından iş yerini açmak ve biraz hareket sağlamak isteyen bazı içkili lokanta sahipleri, içki ruhsatından vazgeçeceklerdir.

Pandemi bittiğinde içki ruhsatlarını yeniden almak isteyenlere ise bu izin verilmeyecektir.

Tabii bu cümlelerim üzerine, “Ama sen niyet okuyorsun” diyenler çıkabilir.

Valla ne derlerse desinler, sonuç böyle olacak mı, olmayacak mı göreceğiz hep birlikte...

MERAK ETTİĞİM ŞEYLER

Yargının da bir sorumluluğu olmayacak mı?


Enis Berberoğlu ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararı nihayet uygulamaya kondu.

Berberoğlu’nu mahkum eden 14. Ağır Ceza mahkemesi, Anayasa Mahkemesi’nin “hak ihlali” kararına ilk defasında uymamıştı.

Anayasa Mahkemesi aynı kararı bir kez daha alınca 14. Ağır Ceza Mahkemesi bu kez karara uydu.

Buradan aklıma takılan iki konu çıkıyor.

BİRİNCİSİ: Mahkeme, bir anlamda talimatla iş yapıldığını kanıtlamış oldu. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ilk kararla ikincisi arasında geçen sürede Enis Berberoğlu ile ilgili bir gelişme olmadı. Yeni bir kanıt ortaya çıkmadı. Hatta bu süreçte aklı başında bütün hukukçular mahkemenin yanlış yaptığını söyledi. Mahkemenin hiç aldırmaması ama şimdi karara uyması, yargının iktidarın emri altında olduğu iddiasını çok güçlendirdi.

İKİNCİSİ: Mahkeme aynı mahkeme, karar aynı karar, ama birine uyuldu birine uyulmadı. Peki, bunun bir yaptırımı yok mu? Hakimler, canları istediği gibi mi kararlar alıyorlar? İnsanların mağdur edilmesinin hiç mi bir sorumluluğu ve yaptırımı yok? Bu durumun hesabını sorabilecek bir merci var mı?