Korkusuz
Memduh Bayraktaroğlu

Bu halk zenginiyle, fakiriyle, şehirlisiyle, köylüsüyle zır cahildir...

Bugün iki yazarı konuk ettim izninizle...

Biri: Prof. Celal Şengör...

Yazdıklarını ağır bulabilirsiniz...

Ancak:

“Doğru değil” diyecekseniz...

Lütfen: Biraz düşünün...



Türkiye halkı kravat takar, lüks otomobillerde dolaşır, bikinili hatunları sosyetik plajları doldurur, plansız şehirlere şekilsiz gökdelenler inşa ederek yaşanmaz hale getirir, ama tüm bu halk zenginiyle fakiriyle, şehirlisiyle köylüsüyle zır cahildir.

Kendi tarihinden habersizdir. Aslında ne dilini ne dinini bilir ne geleneklerini tanır, ne de toplumsal değerlerinin evriminden haberdardır.



“Muhteşem Yüzyıl” diye televizyonlarda alkışladığı dönemde, Amerika’dan gelen gümüşün Osmanlı’da ilk enflâsyonu başlattığını bilmez çünkü Avrupalı dünyayı keşfederken, muhteşem(!) padişahları hareminde gönül eğlendirmekte, “dünyayı öğrenelim” diyen Piri Reis’in kafasını vurdurmaktadır.



O, muhteşem(!) yüzyılda Anadolu’da medrese o kadar ayağa düşmüştür ki, öğrenci haydutluğa başlamıştır (buna “softa şekaveti” denir).



Avrupa’da ilk yenilgimizi Muhteşem(!) Süleyman devrinde aldığımız gibi (1.Viyana bozgunu 1529), Hint Okyanusu’na her çıkışımızda mini mini Portekiz’den sopayı yiyip Kızıldeniz’e veya Basra Körfezi’ne tıkılışımız da bu büyük(!) padişah efendimizin devrindedir...

[caption id="attachment_377751" align="alignnone" width="600"] Şengör[/caption]



Yine onun zamanında dünya keşfedilirken, Hint Okyanusu’na kadırga denen sandallarla açılan ve 1554’te Hindistan’da karaya oturan büyük(!) bir amiralimiz, yürüyerek üç senede Hindistan’dan Edirne’ye gelmiş ve meşhur bir kitap (Mirât-ül Memâlik) yazmıştı.

El alemin dünyayı öğrendiği bu dönemde Seydî Ali Reis gazel söyleyip, eğlence partilerini anlatmaktan başka tek bir detaylı coğrafya bilgisi toplamayı gerekli bulmamıştı.



Büyük(!) Sultanımız Süleyman’ın Fransa kralı 1.François’yı hapisten bir mektupla kurtardığını okurduk mektepte. O François’nın kurduğu Collège de France bugün dünyanın en önemli araştırma kurumlarından biridir.

Bizimkinin hangi kurumu ayakta kaldı?

Hangi kurumunun insanlığa beş paralık bir faydası oldu?

Tek becerdiği kalıcı şey, aklı başında öz oğlu Şehzade Mustafa’yı Hürrem uğruna katlettirip, devleti bir ayyaşa teslim ederek halkının geleceğini karartmak oldu.



Artık yeter!..

Bu ve benzeri rezillikleri yalanlarla bezeyip yücelten, buna karşılık bize bütün dünyada saygınlık kazandıran, aklımızı kullanıp onurlu insanlar olmamızı sağlayan Atatürk’ü aşağılayan; âlim pozlu, ukala tavırlı zır cahilleri her gün halkın karşısına diken televizyon kanallarından ve gazetelerden gına geldi.



Yükselen ahlaksızlık grafiğimiz kimin eseridir sanıyorsunuz?

Cehalet tüm fenalıkların anasıdır.

Biz de o anayı besleyip büyütüyor, onun tosuncuklarına oylar veriyoruz...

Artık yeter!

Memleketimde her elimi attığım yerde cehalet çirkefine bulaşmaktan bıktım.



Ayrıca, halka bilgi vermekten çok uyutmaya odaklanan, kavgalarla Reyting toplamaya çalışan, yok “kuaförüm sensin”, yok “yemekteyiz” veya “temizlik benim işim” gibi basit, birbirini aşağılayan, saçma sapan programlardan da bıktık, usandık, bu kanalları yönetenleri şiddetle kınıyor ve bir an önce aydınlatıcı öğretici programlar yapmalarını diliyorum.

Prof. Dr. Celal Şengör

Erguvan Ağacı

Temenniler ve tahminler


Canlarım...

Temenni...

Tespit...

Tahmin...

Bu üçü de:

Farklı şeyler...



Tahmininizi tespitinize:

Dayandırabilirsiniz...

Ve...

Doğru tespit yapmışsanız...

Genelde haklı da çıkabilirsiniz...

Ama...



Tespitlerinizi temennilerinize dayandırırsanız...

Çok büyük ihtimalle yanılacağınız için...

Tahmininizin tutmama ihtimali de çok yüksek olacaktır...



Meselâ...

Taraftarı olduğunuz futbol takımının maçından önce...

Hem sizin...

Hem de...

Rakip takım futbolcularının durumlarını:

İyice incelediniz...



Durum tespiti yapıp...

Tahminde bulundunuz...

Ve şöyle dediniz:

“Temenni ederim kazanırız...

Ama...

Elimdeki veriler öyle söylemiyor...

Ne yazık ki...

Ve büyük ihtimalle...

Kaybedeceğiz...”.



Demek ki neymiş?..

Bir insanın temennileri...

Tahminine:

Uymayabilirmiş...



Peki...

Böyle bir yazı yazmak nereden aklıma geldi?..

Söyleyeyim...



Temennilerini haber yapmakla tanınan Abdülkadir Selvi...

Hürriyet’teki köşesinde yer alan bir haber analizinde:

AKP Genel Merkezi’nde yapılmış olma ihtimali çok yüksek bir anket sonucunu açıkladı...



Her 100 kişiden 48’i...

Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Erdoğan’ın kazanacağını...

Her 100 kişiden 22’si ise: Seçimin galibinin:

Mansur Yavaş olacağını tahmin ediyormuş...



Rahat bırakın kendinizi...

Gülmek serbest...

Çünkü soru: “Önümüzdeki pazar seçim olsa oyunuzu kime verirsiniz?” değil...

Şöyle:

“Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kim kazanacak sizce?..”.

Bugünler dünümüzü aratır mı?


Az sonra okuyacağınız sade ve mütevazı şiir ise...

Aile dostumuz olmasından onur duyduğum sevgili Feray Karaca Uslu’nun...

Okurken:
“Mutluluk mu?.. Yoksa konfor mu?” diye düşüneceğinizden eminim...

Ama...

Kimin, konforu...

Kimin mutluluğu tercih edeceğini:

Bilemem...



Ne güzel şeydi eskiden çocukluk...

Bilmezdik:

Nedir, “azlık...”.

Ya da “çokluk...”.

İki çubukla oynardık:

Çelik çomak...

Futbol sahası...

Ya da...

Oyun bahçesiydi:

Kapının önündeki sokak...

Eskiden korkmazdı anneler,

Şimdiyse...

Neler geliyor çocukların başına, neler...

Ramazan bambaşka bir coşkuydu...

Hasretle beklediğimiz:

“gümbüdü güm güm” davulcuydu ...

“Komşuda pişer, bize de düşer”di...

Paylaşım vardı...

Empati vardı...

Komşusu açken hiç kimse:

Tok yatmazdı...

“Bakkal amca, bakkal amca;

İki bisküvi, bir lokum kaç lira ?..” diye sorunca...

“Paran yoksa al evlat” derdi...

“Verirsin paran olunca...”.

Böyle insanî replikler yaşanırdı eskiden...

Eskiyen her şey:

Pabuç, çorap, hırka vs...

Tamir edilip giyilirdi yeniden...

Bundan kimse gocunmazdı...

Zaman çok fazla:

Dertler azdı...

Kimse kilitlemezdi kapısını...

Bilirdi herkes:

Komşusunun acısını...

Biri ölmüş ise mahallede:

Televizyon izlenmez...

Sesli gülünmezdi:

Hiçbir evde ...

Lapa lapa kar yağardı,

İşte o zaman en büyük keyif:

Sobaydı...

Kapının önüne kardan adam yapılırdı,

Eller ayaklar buz keser:



Burnumuz donardı,

Ama olsun...

İçerde sıcacık:

Sobamız vardı...

Anneler üzerinde...

Mis gibi çorbalar yapardı...

Hele kızarmış ekmeğin...

Yok muydu o kokusu?

Sadece evi değil...

Taa ciğerlerini, kalbini sarardı...

Köşedeki minder,

Kapanın elinde kalırdı...

O mindere oturanın ne derdi...

Ne tasası olurdu...

Şangır şungur bardakta kaşıklar,

Çaydanlık ile soba:

Birbirine âşıklar...

Sevgi, saygı, hoşgörü, minnet...

Ve:

Merhamet vardı...

Medeniyet dediğimiz...

“Tek dişi kalmış canavar”dı...

Ancak...

Fazla hafife alındı,

Yavaş yavaş yedi bitirdi,

Tüm o güzellikleri...

Çeşit çeşit kisvelere büründü...

Bu yüzden kimilerine:

Şirin göründü...

Artık özlem ile anılır o güzel günler...

Yeni nesil inanmaz:

Masal gibi dinler...

Umarım...

Bundan böyle...

Dünümüzü aratmaz:

Bugünler....

Feray Karaca Uslu

Feraye Köy Evi

Son kere...


Film çekimi sırasında “köprüden atlama” sahnesi var...

Rol icabı köprüden atlaması gereken aktör yönetmene:

“Fakat hocam” dedi... “Ben yüzme bilmiyorum ki...”.

“Olsun” diye cevap verdi yönetmen: “biz de zaten sadece atlama sahnesini çekeceğiz...”.



“Biz zaten o evleri satın alabilecek gelire sahip değiliz” diyenler...

Siz de zaten sadece...

Son kere oy vereceksiniz...

Keşke o karede olmasaydı


Haber şöyle:

“İran’da başörtüsü kullanma şeklinin yanlış olduğu nedeniyle bir kadın, ahlâk polisleri tarafından dövüldü. Hastaneye kaldırılan kadın komadayken
vefat etti.”.




Ve...

Türkiye...

Siyasal olarak...

İşte bu kafadaki devlet başkanlarıyla...

Aynı karede:

Fotoğraf verdi...



Erdoğan, ülkemiz adına o despotlarla aynı karede görüneceğine keşke:

İngiltere Başbakanı Liz Truss...

Finlandiya Başbakanı Sanna Marin...

İsveç Başbakanı Magdelana Andersson...

Ve...

Danimarka Başbakanı Mette Frederiksen gibi...

Çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmış...

Harika hukuk devletlerinin liderleriyle:

Aynı karede yer alsaydı...