Bu lafı kim söylemişti? Türkiye Cumhuriyeti’nin Bayındırlık ve İskan Bakanı! Kime söylemişti peki? İlk eşini kanserden kaybeden, bir süre önce ikinci evliliğini yapan ve yörede kansere karşı ıslah çalışmalarının bir an önce başlatılmasını isteyen bir yurttaşa söylemişti!
Aynı bakan, gezdiği bir ilköğretim okulunda da öğretmenden şöyle bir istekte bulunmuştu:
-Çocuklarımıza biraz da Allah korkusu aşılayın!
Allah sevgisi değil, korkusu! Kafa “o kafa” olunca söylem son derece doğal! Nevşehir Cumhuriyet muhabiri Selahattin Şahin’in haberi bu kadardı. Bakanın bu sözlerine o yurttaş ne yanıt vermiş, okuldaki öğretmen ne tepki göstermiş diye merak ettim. Muhabiri arayıp sordum. İşte yanıt:
-Ne bir ses, ne bir nefes!
Gelin, şu iki soruyu açık yüreklilikle yanıtlayalım:
- Biz, demokrasinin ne olduğunu biliyor muyuz?
- Biz, demokrasiye layık mıyız?
Elinizi vicdanınıza koyarak yanıtlayın; bu sorulara “evet” diyebilir misiniz? Yıllar önce bu köşede yazdığım “Zübük demokrasisi” başlıklı yazılarımda, Türkiye’de son 60 yıldır oynanan “demokrasi oyununu” enine boyuna anlatmıştım. Bir kez daha özetlemek de büyük yarar var!
Demokrasi bu halka zamanı geldiğinde egemenlerin gösterdiği partilere ve yine onların seçtiği kişilere oy vermek olarak öğretildi. Hırsızlık, yolsuzluk, oy avcılığı, ranttan pay kapmak demokrasinin gerekleri olarak sunuldu. Ve ne yazık ki, halkımızın büyük çoğunluğu bu oyunu kabul etti. Çünkü işin içinde menfaat, çünkü işin içinde maddiyat, çünkü işin içinde genel, bölgesel ya da yerel güç vardı! Herkes başbakan, bakan ya da milletvekili olamazdı elbette ama belediye başkanı, olmazsa il genel meclisi üyesi, il başkanı, ilçe başkanı hatta muhtar olabilir, bunlar da olmazsa arpalıklardan birinde parti kontenjanından dolgun maaşlı bir iş kapabilirdi!
Ilımlı İslam Demokrasisi!
Tüm çirkinliklerin üzerini bir şal gibi örten “memlekette demokrasi var efendim” koskoslanması da bu süreçte üretildi.
Memlekette demokrasi olduğu için Hazinenin arazisini gasp edebilir, üzerine gecekondu adı altında apartmanlar dikebilirdiniz. Nasıl olsa demokrasinin vazgeçilmez unsuru olan belediyeler oy uğruna oraya yol, su, elektrik gibi temel altyapıyı “eli mahkum” getirecekti. Nasıl olsa siyasetçi, oy kapmak için oraya dahiyane bir buluşla önce “tapu tahsis belgesi” türünden ne idüğü belirsiz bir belge verecek, sonunda da trilyonluk rant ananızın ak sütü gibi helal olacaktı!
Demokrasimiz geliştikçe, halkımızla siyasetçi arasında seçimden seçime oy karşılığı cumhuriyet altını, yarıdan kesilmiş banknot, tek tek verilen bir çift ayakkabı gibi dünya demokrasi tarihine geçecek buluşlar da üretildi tabii! Banka hortumlama da, beş para etmez ürüne akıl almaz taban fiyatlar biçip sonra imha etme de, “hamili kart yakınımdır” kartvizitleri de “Türk tipi” demokrasinin olmazsa olmaz temel unsurlarıydı!
Asıl vurgunu yapan küçük zümrenin dışında kalan çoğunluk, üç kuruşluk menfaat uğruna, Türkiye’nin geleceğini karartan, ülkeyi sömürgeleştiren işbirlikçi zihniyete omuz verdi. Öyle ki; hırsızlık ve yolsuzluklar tüm açıklığıyla ortaya konduğunda bile ahlaki değerlere sırtını dönmüş yığınlar, şu slogana sarıldı:
-Tamam, adam hırsız ama işini yapıyor!
Ama Türkiye’nin bugünlere ulaşmasında aslan payı 12 Eylül darbecileriyle, kimilerinin “büyük devrimcisi” Turgut Özal’a ait! Darbecilerin dayattığı “Türk-İslam sentezi” ve Özal “liberalizmi” çeyrek yüzyıl sonra, 300 milyarlar dolara dayanmış iç-dış borcu ve Batı’nın kucağında sömürgeleşmiş siyasi yapısıyla “Ilımlı İslam Demokrasisi”ni Türk halkına armağan etti! Şimdi, yukarıdaki iki can alıcı soruya mertçe yanıt verin:
- Evet mi, Hayır mı?
Teslimiyet ve biat!
Tıpkı bugün yazılmış gibi değil mi?..
Halbuki çok uzun yıllar önce, 2004’te kaleme alındı! Türkiye gibi “kıskaç içine” alınmış, aynı oyunun değişik biçimlerde defalarca “Karagöz-Hacivat” oyunu tadında oynatıldığı ülkelerde ahalinin kaderi maalesef hep aynı, yaşadıkları hep aynı, çektiği zulüm hep aynı, kandırılmışlıkları hep aynı oluyor!.. Candan Erçetin’in o güzelim şarkısında söylediği üzere:
-Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti!
Bu yazının başlığı çok önemli; kuşaklar boyu aldatılanlar, yarım aşırı aşkın süredir “küçük hesaplar uğruna” ülkeyi havuduyla götürenlere göz yumanlar, giderek yoksullaşan, giderek köleleşenler, yurdunu bile kaybetmekle karşı karşıya olanlar artık deniz bitti!
Bu güzelim ülkeyi bize armağan edebilmek için can verenlere, bu güzelim topraklarda insan gibi yaşayabilmemiz için her türlü ikbali elinin tersiyle itip, Cumhuriyeti adeta altın bir tepsi içinde bize, özellikle kadınlara sunan Büyük Devrimci Atatürk ve arkadaşlarına, o Cumhuriyet yaşasın diye suikastlara kurban giden, hapishanelerde çürütülen, yokluğa, hiçliğe mahkum edilen o yiğit yurtseverlere borcunuzdur.
Yukarıda sorduğum sorulardan feragat ediyorum... Bu tartışma nasıl olsa sürer... Önümüzde bugünün yakıcı sorusu duruyor; özgür bir yurttaş olarak yaşayacağımız bir Cumhuriyet mi?.. Yoksa Ortaçağ karanlığına, despotluğa teslimiyet mi?..
-Unutmayın, teslim olanın yapacağı tek şey biat etmektir!