Bu ne iki yüzlülüktür, bu nasıl bir sahteciliktir, bu ne türden bir omurgasızlıktır anlayamıyorum... Geçmişten bugüne köşelerinde dalkavukluğu yücelten, gelene ağam, gidene paşam diyen kalem erbabının sıkı bir “demokrat” kesilmesine mi yansam, olmayan demokrasinin kurumlarının sözcülüğüne soyunanların zavallılığına mı üzülsem bilemiyorum!..
Lafı hiç kıvırmadan, iki yüzlülük batağına saplanmadan şu saptamayı yapalım artık; Türkiye’de demokrasi yoktur!.. Ve de hiç olmamıştır!.. 1950’den beri oynadığımız, yalnızca bir demokrasi oyunudur!..
-Gerçek çok acı, ama maalesef böyle!..
Son 70 yılımız demokrasi diye diye demokrasinin ahlaksızca tecavüze uğradığı yıllar olarak geçti tarihe... Demokrasinin olmazsa olmaz ön koşulu olan yerel yönetimler dahi, demokrasiyi katleden başlıca unsurlar oldu.
Demokrasi bu halka yalnızca zamanı geldiğinde egemenlerin gösterdiği partilere ve yine onların seçtiği kişilere oy vermek olarak öğretildi. Hırsızlık, yolsuzluk, oy avcılığı, dışa bağımlılık, onursuzluk demokrasinin gerekleri olarak sunuldu.
Ve ne yazık ki, halkın büyük çoğunluğu bu oyunu kabul etti!.. Çünkü işin içinde menfaat, çünkü işin içinde maddiyat, çünkü işin içinde genel, bölgesel ya da yerel güç vardı!..
Herkes başbakan, bakan ya da milletvekili olamazdı elbette ama belediye başkanı, olmazsa il genel meclisi üyesi, il başkanı, ilçe başkanı, yönetim kurulu üyesi, muhtar olabilir, bunlar da olmazsa arpalıklardan birinde parti kontenjanından dolgun maaşlı iş kapabilirdi!..
Ağzımıza pelesenk olan “memlekette demokrasi var efendim” klişesi de bu süreç içinde üretildi. Memlekette demokrasi olduğu için hazinenin arazisini gasp edebilir, üzerine gecekondu adı altında apartmanlar dikebilirdiniz. Nasıl olsa belediye, oy uğruna oraya yol, su elektrik gibi temel altyapıyı “eşşek gibi” getirecekti.
“Hırsız ama işini yapıyor!”
Memlekette demokrasi olduğu için, istediğiniz kuruma, dilediğiniz kadar “vasıfsız” adamı doldurabilir, istediğiniz bankadan, dilediğiniz kişiye ağırlığınca doları çekinmeden peşkeş çekebilirdiniz!.
Demokrasinin ön koşulu olarak beş para etmeyen ürüne dilediğiniz taban fiyatı verir, sonra da bunları silolarda çürümeye terk eder ya da yakardınız. Planlı üretim nedir, kaliteli ve büyük arazilerde dünya şartlarına uygun üretim nasıl yapılır türünden sorular ne yönetenlerin ne de yönetilenlerin umurundaydı... Bizim anladığımız demokrasi buydu:
-Her keseye göre rant demokrasisi!..
Her şey Aziz Nesin’in nerdeyse çeyrek yüzyıl önce yazdığı “Zübük” isimli muhteşem romanında anlattığı gibi gelişti...
Zübük, “İktidara giden her yol mubahtır” şeklinde özetlenen Makyavelist düşüncenin en ilkel, en bayağı versiyonunu uygulayan Türk tipi temsilcisiydi... Asıl vurgunu yapan küçük zümrenin dışında kalan çoğunluk, üç kuruşluk menfaat uğruna Türkiye’nin geleceğini karartan, ülkeyi sömürgeleştiren işbirlikçi zihniyete omuz verdi. Öyle ki; hırsızlık ve yolsuzlukların ortaya serildiği dönemlerde bile ahlaki değerlere sırtını dönmüş yığınlar, şu cümleyi sloganlaştırdı:
-Tamam, adam hırsız ama işini yapıyor!
1980 darbesiyle birlikte başlayan ve bugünlere uzanan süreç, bu yozlaşmanın giderek zirveye ulaştığı dönem olarak geçti tarihe...
Türkiye’nin ar damarının çatlamasında, üretimden iyice uzaklaşarak, “kır şişeyi, dön köşeyi” sloganıyla çılgınca bir tüketim ekonomisine kapılmasında, sonunda da köleleşmesinde en büyük pay, 12 Eylül darbesinin Türk halkına hediyesi, kimilerinin “büyük devrimcisi” Turgut Özal’a aitti...
Özal’dan sonra ülkenin kaderine egemen olanlar da aynı yoldan yürüdüler. El parasıyla, aynen Özal gibi saltanat sürdürebileceklerini sandılar. Aldığı borçların faizini bile karşılamaktan aciz bir Türkiye el birliği ile yaratılmıştı... Son 20 yıllık tek parti iktidarında ise yıkımın ve karanlığın zirvesine ulaşıldı, ne yazık ki!
-O yıkımın içinde çırpınmaktayız şimdilerde
Hâlâ o gücü arıyoruz!..
Bu ülkenin bel kemiğini oluşturan eğitimli, yaşamını alın teriyle kazanan, vergisini veren, hırsızlık ve yolsuzluklara bulaşmamış insanlar, Türkiye’yi köleleştiren “Zübük demokrasisi” oyununa hiç katılmadılar. Ama en büyük acıları onlar çektiler...
Yarım asırlık bu iğrenç oyunun her türlü ceremesini onlar üstlendiler. Bu ülkenin yüz akı aydınları, sanatçıları, bilim insanları, bürokratları, emekçileri hep onların içinden çıktı. Onlar ezildiler, işkencelerden geçtiler, öldürüldüler, sürüldüler, sakıncalı ilan edildiler; bu ülkenin aydınlık insanları...
-Ama onlar, her şeye karşın Türkiye’yi sırtlarında taşımayı sürdürdüler...
Ve o insanlar şimdi “Atatürk Türkiye’si” ruhunun canlanmasını istiyorlar. Aynen 1920’lerde olduğu gibi ülkeyi baştan aşağı yeniden kuracak o devrimci, o onurlu, o başı dik Cumhuriyet ruhunu özlüyorlar...
-Eksik olan, bu potansiyeli örgütleyecek öncü güç...
Ve bu ülkenin aydınlık insanları üşenmeden, küsmeden o “siyasi gücü” dürtüklemeyi sürdürüyor...
Ülkenin yangın yerine döndürüldüğü, karanlığın, yıkımın üzerimize karabasan gibi çöktüğü günümüzde muhalefete bir kez daha sesleniyor hatta haykırıyoruz... Çünkü bu defa tünelin ucundan gözlerimizi kamaştıran güçlü bir ışığın girmek için çırpındığını görüyoruz...
-Bizi, güneşten mahrum kılmayın!
-Sevgili okuyucularım, SÖZCÜ Televizyonu için geri sayımdayız. Sizlerden bir süre için izin rica ediyorum. En kısa zamanda görüşmek üzere...